Yazan: Fatih Onurlu

Yazımızın üçüncü ve son bölümünü beğenilerinize sunuyoruz.

İyi okumalar…

Darbe Girişimi ve Türkiye’nin Eksen Kayması:

Bir lider, gücünü ve hakimiyet alanını ne kadar çok geliştirir ve makamını ne kadar çok içselleştirirse o kadar çok kaybedeceği ve bir o kadar da düşmanı veya rakibi oluşur aslında. Güç büyüdükçe korumak için gösterilecek gayret de o derece büyür. Bir de bulunduğu o prestijli makamlara gelirken yaptığı kirli işler birileri tarafından biliniyor ve kendisine yeni hedefler belirlemede bu zaaflar kullanılıyorsa hiç dur durak bilemez; hakimiyet kurdukça emniyette olacağı zannıyla nefes bile almadan tahakküm kurma peşine düşer. İnsan doğasıdır, ne kadar çok kazanırsa kazansın hep daha fazlasını ister. Kendini kontrol altına alamaz veya çevresinde kendisinin Tanrı” olmadığını hatırlatacak, menfaat beklemeyen, sözünün eri sadık arkadaşları kalmazsa kibri ve istekleri sonsuzlaşır. Sonunda ben merkezli bir dünyaya kendini hapseder ve dünyayı kendi etrafında dönüyor; herkesin ve her şeyin de kendisi için var olduğu zannına kapılır. Ta ki, hiç hesapta olmayan bir kayaya toslayıncaya kadar. Buna psikolojide kısaca “iktidar zehirlenmesi” deniliyor1. Yani amaçların için iktidar istersin ama zamanla amacın iktidarının aracına dönüşür. Sonra anlarsın ki, iktidarın elinden giderse başına çok işler gelecek; artık iktidarına uzanan veya uzanma ihtimali olan tüm yolları kapatmaya ve iktidarının baskılamadığı en ufak bir alan bile bırakmamaya çabalar durursun. Dünya tarihinde bir çok diktatör gelmiş ve bunlardan çok az bir kısmı bedelini yaşarken ödemeden göçüp gitmiştir. Fakat bu diktatörlerin çoğu suçlarının cezasını çok ağır bedellerle ödeyerek bu dünyadan göçmüşlerdir.

Erdoğan artık her an farklı bir hamle yapmak zorunda olan, her boşluğu doldurması, onlarca ipi birbirine dolaştırmadan yönetmesi gereken bir lider haline gelmiştir. En büyük artısı ise tabanını hiç kimsenin beklemediği kadar kemikleştirmiş ve ne olursa olsun desteklerini alıyor olmasıdır. Bununla birlikte Erdoğan, iki nedenle 2011 yılı sonrası ülkeye indirdiği ilk darbesi ve müteakiben yürüttüğü ölüm kalım savaşında bir üst perdeye geçmek ve ülkesine bir ikinci darbe indirmek zorundaydı. Birincisi, Rusya ile kurduğu ilişki ve Ordu içindeki bazı kliklerle yaptığı pazarlık nedeniyle tek hakim olamadığı kurum olan TSK’yı neredeyse sil baştan yenilemesi gerekiyordu. İkincisi ise kendisine tek itiraz edebilecek kurumun TSK olması ve halkın gözünde %84 (2015 yılı verileri) oranında oy alarak “güvenilir kurum” listenin başında yer alması idi ki, bu güvenin de bu direncin de kırılması gerekiyordu. Zira, yaklaşık 1 yıldır TSK’yı Suriye’ye sokmaya çalışıyor olmasına rağmen; askeri ve politik herhangi bir gerekçe yok diyen üst düzey generaller2 3 nedeniyle TSK’yı istediği gibi kullanamıyor, güçlü bir direnişle karşılaşıyordu. Tabi ki, bu karşı koyuşun çok geçerli askeri gerekçeleri vardı. Suriye’ye girilmesi durumunda Rusya ile karşı karşıya kalınacağı, Türkiye’nin etkili füze savunma sistemi ve elektronik sistemlerinin bulunmaması, kimyasal savaş başlıkları da taşıyabilen Karadan Karaya Füze Sistemi (SSM) ve Hava Kuvvetlerinin kullanımını önemli ölçüde tahdit eden etkin Karadan Havaya Füze Sistemlerinin (SAM) varlığı, harekat ortamının belirsizliği (dost unsurlar/düşman unsurlar/tarafsızlar), bölge coğrafyasının ve demografik yapısının kayıpları artırma ihtimali bunlardan sadece birkaçı. Şimdilerde darbenin bir numarası olarak yargılanan (Darbe girişimini önlemeye çalıştığı Türk Genelkurmay Başkanlığı tarafından doğrulanmıştır.) eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın ÖZTÜRK’ün geçmişte yaptığı bir Harp Akademileri Komutanlığı ziyaretinde “Eğer bir gün vatan haini ilan edilirsem bilin ki Suriye’ye gireceğiz” dediği söylenegelir. Tarihin garip bir cilvesi olarak, TSK’daki yetişmiş ve Cumhuriyet’in kazanımlarına bağlı tüm personel vatan haini ilan edilerek tasfiye edilmiş, menfur darbe teşebbüsünden hemen sonra da TSK, Suriye bataklığına girmiştir.

İşte tam da ülkesine ikinci bir darbe indirmeye ihtiyaç duyduğu bir dönemde Erdoğan’ın tabiriyle “Allah’ın bir lütfu” olarak dünyada eşi benzeri görülmemiş saçmalıklarla dolu, tam bir parodi şeklindeki darbe girişimi meydana gelmiştir. İçerisinde yüzlerce çarpıklık barındıran TSK’nın %1,5’unun katıldığı bir sözde darbe girişiminin hemen ertesi günü Yüksek Yargıdan usulsüz ve kanunsuz bir şekilde 205 üyenin görevinden alınması, 2745 hakim ve savcının görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması vakasının hangi mantığa sığabileceğini ve hangi müteakip hukuksuzlukların habercisi olduğunu sizlerin tahayyülüne veya yargının hükümet direktifleri doğrultusunda çalışan bir bürokrasiye dönüştürülmesi gerçeğine havale ediyorum.

Zaten tüm teknik personelini 17-25 Aralık davaları sonrası kaybetmiş Türk Polisinin bir gün içerisinde 50-100 kişinin yerini belirleyip tutuklaması bile çok büyük bir başarı sayılabilecekken (kısas olarak DEAŞ üyelerini almamız durumunda, bu durum çok daha dramatik olacaktır. Mesela; 2-3 aylık bir süreç sonunda birkaç şüphelinin bulunabilmesi ve ertesi gün de suçsuz bulunup serbest bırakılması olayları gibi.) onca kişiyi belirleyip tutuklaması inanılmaz bir başarı (!) olsa gerek.

Erdoğan’ın kendi ifadesinden yola çıkarak; Allah, Erdoğan’a lütfetmiş ve böyle bir darbe girişimi bahşetmiş; Erdoğan da bu lütfun zekatı bağlamında; bir anda yüzbinlerce kişiyi sorgusuz sualsiz ve hatta yargısız bir şekilde “vatan hainliği” ile itham etmiş ve darbeyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan binlerce kişinin daha gözaltı sürecinde bile vatan haini işlemi görmelerini sağlamıştır. Şurası çok açık: evrensel hukuk, insan hakları ve dini-ahlakî öğretilerin hiçbirisi vatan haini şüphelisi dahi olsa bu insanlara bu muamelelerin yapılmasına onay vermez, veremez. Erdoğan, hangi dini, hangi milli, hangi evrensel referanslara istinaden bu kanunsuzluklar zincirini binlerce insana reva görebilmiştir bilemiyoruz. Yaşananları olsa olsa, başta dediğimiz gibi güç zehirlenmesine maruz kalmış, ihtirasından gözleri kararmış paranoyak bir liderin ihtirasları olarak değerlendirmek gerekir.

Erdoğan Allah’ın lütfu olduğunu iddia ettiği bu darbe girişimi sayesinde eğitim, askeriye, yargı, polis, üniversite, medya ve devletin tüm bürokrasisindeki kendi fikri altyapısıyla uyuşmayan personeli topluca tasfiye ederek yerlerine derhal kendisine sadık ve parti teşkilatlarından onaylı kişileri atamaya başladı. Bu arada bir nevi diyet borcu olarak başta TSK ve yargıda olmak üzere birçok kritik boş pozisyon da Doğu Perinçek taraftarlarının önemli etkisinin olduğu anlaşılan bir ekip tarafından doldurulmaya başlandı.

TSK tarafından belirtildiği üzere, Silahlı Kuvvetlerin yalnızca %1,5’u darbe girişiminde yer aldığı halde 20.000’in üzerinde personelin ilişiği kesildi. Tabi, darbenin nasıl bir şey olduğunu bile bilmeyen 150.000 civarında kamu görevlisinin işten atıldığı düşünüldüğünde bu normal(!) karşılanabilir

Bu şeytana pabucunu ters giydirecek derecede zalimce planlanmış darbe senaryosu ve çok daha şeytanca planlanmış darbe girişimi sonrası faaliyetler, akıllara durgunluk verecek derecede hızlı bir şekilde uygulamaya konulmuş; özellikle ilk 1-2 aylık dönem içerisinde kolluk güçleri ve yargı mensupları, yapılan insanlık dışı, şeytanca muameleler kameralara kaydedilecek veya kamera karşısında itiraf edilecek düzeyde yoldan çıkmış; ilk 5-6 aylık dönemde hiçbir haklı itiraz sesi veya herhangi bir muhalefet dahi yapılamamış, aklı selim dillendirilememiştir. Milletin üzerinden dozer gibi geçen bu dönem içinde Erdoğan adeta eski çağ kralları kadar güç devşirmiş ve sırf merakından başını kaldıranı dahi ezip geçmiştir. Kalanların da Suriye bataklığında şehit olmasını istercesine darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra TSK’yı Suriye bataklığına sürmeyi ihmal etmemiştir. Harekat planlayan kurmay subaylarının, savaş pilotlarının büyük çoğunluğu meslekten atılan ve/veya hapsedilen Türk Ordusunun hala Suriye’de ne yaptığı ve neyi hedeflediği bilinmemektedir. Başka hiçbir mantıklı cevap bulunamamasından dolayı akla gelen şudur ki; Erdoğan, ya birilerine kişisel söz vermiştir, ya bunu gurur meselesi haline getirmiş, ya da yüzde birkaç oy getireceğini hesap etmiştir.

Yurt içinde darbe rüzgarı ile sahte bir güneş gibi parlayan Erdoğan, bu senaryoyu Batı nezdinde kabul edilebilir hale getirememiş, belki de tek delil olarak TBMM binasından kopan taş parçalarını tüm dünyaya pazarlamakla yetinmek zorunda kalmıştır. Yurt içinde pek sorgulanamayan fakat yurtdışında gayet açık bir şekilde ifade edilen “cevaplanamayan sorular” birçok sosyal medya hesabında4 ve uluslararası kurum ve kuruluşlarda sorgulanmaktadır. Darbe sonrası bir tek Türkiye’yi NATO içerisinde Truva atı olarak kullanmayı planlayan Rusya vefalı (!) davranmış; bu kapsamda Alexander Dugin tarafından sırtı sıvazlanmış, Putin tarafından timsah gözyaşları dökülmüştür.

Diğer kamu kurum ve kuruluşlarında dengelerin ve hedeflerin biraz farklı olması nedeniyle, yapılan bu kıyımın sonuçları da TSK’daki etkilerinden farklıdır. Çünkü TSK’daki tasfiyeler sonuçları itibarıyla Türkiye’nin yönünün Batı uygarlığından, Euroasian (Avrasya – Rusya, Çin, İran ekseni)a kayması anlamına gelmektedir. TSK’daki Batı tarzı bir eğitimden geçmiş, NATO üyeliğini Cumhuriyet tarihinin önemli kazanımlarından olarak gören Atatürkçü subaylar tasfiye edilmiş, hapishanelerde beslemektense idam edilmeleri gerektiği ifade edilmiş, yerlerine mesleki yeterlilikleri tartışmalı, tecrübesiz ama iktidara yakın isimler yerleştirilmiştir. Türkiye’nin batı ittifakında yer almasına karşı çıkan bu ekibin kendi dünya görüşleri çerçevesinde TSK’yı yeniden dizayn etme isteği kendini kısa zamanda göstermiş ve Türkiye Devleti, darbe girişiminden bir müddet sonra NATO’yu darbeyi planlamakla suçlama seviyesine ulaşmıştır. Rusya yüzyıllardır beklediği fırsatı artık elde etmiş görünüyor. İddia edilebilir ki, Rusya, Türkiye maşasıyla NATO’nun en kritik toplantılarına katılmış olacak ve oy birliği ile karar alan bu teşkilatta istediğini gündeme getirebilecek ve istemediği gelişmeleri tıkayabilecektir.

Erdoğan cephesinde ise vaziyet biraz iç karartıcı bir hal almış durumda. Her türlü kirli ilişkiyi kendi hibrid savaşı için malzeme olarak kullanan Erdoğan savrulmaları sonucunda sığındığı son liman olan Rusya’ya ve onun yurt içindeki taşeronlarına şimdilik tahammül göstermek zorunda. Bu durumun enteresan bir yansıması olarak, herkese efelenen Erdoğan, kendisine her türlü ithamda bulunan Perinçek’e cevap bile verememektedir. Erdoğan’ın Perinçek’in ithamlarına şu ana kadar verebildiği tek cevap “hala bir teşekkür bile etmediler” den öteye gidememiştir. “Ey Amerika”, Ey Almanya” “Ey Hollanda” diye her gün bir ülkeye efelenen Erdoğan, Rusya’nın hibrid etkilerine de cevap verememektedir. Halbuki Rusya Suriye’de askerlerimizin üzerine hava taarruzu düzenlemiş, PYD ile ilişkilerini her geçen gün geliştirmek suretiyle askeri varlık bulundurma anlaşması seviyesine gelmiş, HDP’ye ve PYD’ye Rusya’da temsilcilikler açtırmıştır. Ama, Erdoğan ve kendisine bağlı medya imparatorluğu henüz bir tepkide bulunamamıştır.

Böylesine Makyavelist bir lider, daha önce savrulduğu gibi elbette her an yeni bir mecraya sığınıp özürler dileyerek kendini kabul ettirme yoluna gidebilir ve “Dostum Putin”i tekrar yarı yolda bırakabilir. Elbette ki, Trump’tan bir ışık alması durumunda, Zarrap ve Halk Bankası Bşk.Yrdc.na yönelik devam eden mahkeme sürecini de hesaba katarak yönünü tekrar Amerika’ya; hatta 5 yıl boyunca kendisini istihbarî dinlemeye aldığını itiraf eden Merkel’e dönebilir yüzünü her an. Diğer taraftan bunca eksen kaymasını çok kısa bir süre içerisinde müşahede eden tüm ülkeler bu ayrılışların da, ardından gelen yakınlaşmaların da gerçek olmadığını, konjonktürel olduğunu çoktan analiz etmişlerdir. Tabi ki, her özrüyle birlikte Türkiye’ye bir fatura kestirmeye, her kopuşuyla birlikte de ülkeye bir düşman daha kazandırmaya devam edecektir Erdoğan. Tıpkı, 07 Nisan 2017 tarihinde Suriye’de kimyasal kullanılması olayının ardından ABD’nin düzenlediği hava harekatına yeşil ışık yakması ve verdiği demeçte bu harekatın devamını beklediğini bildirmesi gibi. Yine tıpkı Onun bu demecine karşılık olarak Rus yetkililer tarafından Türkiye’ye ağır ithamlarda bulunulması ve müteakiben, Perinçek’in çıkıp Erdoğan ve Yahudi lobisinin arasındaki ilişkileri belgeleri ile açık etmesi gibi. Kim daha fazla sıkıştırır, hassas durumda olan açık yaralarına kim daha fazla yüklenirse o yana dönmeye devam edecektir Erdoğan. Erdoğan’ın bu durumu kullanılabilirliği bitip de yıkılıp gidene kadar devam edecek gibi görünüyor.

Bu yazı tamamlandığında Türkiye’deki son durum bu olmakla birlikte Erdoğan gibi bir lider tabi ki, Rusya’ya da efelenebilir. Fakat analizlerden elde edilen çıkarımlar neticesinde, öyle görünüyor ki, tüm Batı Medeniyetine ve dahi Batı Medeniyetinin temel normlarına savaş açmış olan Erdoğan’ın, Rusya’ya da cephe alması, Türkiye’de bir iç savaşın başlamasının da habercisi olabilir. Rusya’nın vekaletinde; Ulusalcılar ve PKK’nın ayrı ayrı veya koordineli bir şekilde güç mücadelesinin içinde yer alması akla gelen ilk ihtimal. Bu çatışma ortamı başladığında da her grup bir başkasının dahlini tetikleyebilir ve zaten yeterince kirli olan ortam, kan ve sis perdesine dönüşebilir. Çünkü bu aşamaya gelindiğinde; TSK’da yeterli seviyede tutunamayan Erdoğan, Perinçek grubunun şimşeklerini üzerine çekmiş olacaktır. Ayrıca, bununla paralel olarak şu an için PKK’nın iplerini her kim tutuyorsa böyle bir dönemde o ipleri bırakma ihtimali de artacaktır. O zaman Erdoğan’ın Halk Özel Harekat teşkilatını, Osmanlı Ocaklarını ve daha bilmediğimiz çete varî oluşumları dizayn ederek sivil halkı silahlandırmasının ve SADAT’ı kurmasının ve bunca kefenini giymiş radikal bir taban tesis etmesinin bir anlamı olacaktır. Belki de Erdoğan hep o gün için hazırlanıyordu?… Belki de Erdoğan yıllarca Batı değerlerini bir araç olarak kullandığı gibi, şimdi de Rusya’yı bir araç olarak kullanıyordur?… Belki de Erdoğan hep savaşa hazırlandı ve hazırlanıyor…

Diğer yandan makalenin yayımı öncesi son kontrollerin yapıldığı bu günlerde Başkanlık Sistemine geçiş için halk oylaması yapıldı. Türk Tipi (!) Başkanlık Sistemine evet denilen ve son zamanların en şaibeli oylaması sonucunda Erdoğan belki de üçüncü ve en kanlı darbesini gerçekleştirdi.5 Kısmen Gezi Olaylarıyla başlayan ağırlıklı olarak 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet davaları ardından gerçekleştirilen ilk darbe ile ülkenin belini kıran Erdoğan, 16 Temmuz 2016 sabahı itibarıyla başlattığı daha kanlı ve zulüm esaslı darbede ülkenin omurgasını parçaladı. 16 Nisan 2017 tarihinde ise hoşgörü, nezaket ve ahlak temelli olan İslam dinini payidar etmek adına (!) her türlü hile ve dolandırıcılığın yerli ve yabancı gözlemcilerin huzurunda ve yapılan hile ve gaspların cezasız kalacağını bilircesine pişkin bir şekilde yapıldığı referandumla ümit edelim ki, kalbini ve varlığını ayakları altına almış olmasın ülkenin.

Sonuç ve Değerlendirme:

Yaşanan bunca olayın, atfedilen ve esasen bir çoğu tutanak altına alınmış ve kamera kayıtlarıyla delillendirilmiş bunca suçlamaların, din adına yapıldığı iddialarına rağmen dinin hilafına tavır ve davranışların ve hatta kutsal kitapla alay etmelerin yüzde biri, bir Batı ülkesinde meydana gelse bırakın siyasete devam etmeyi toplumun karşısına bile çıkamazlardı. Bu davranışların binde biri onuruna çok düşkün Japonya gibi bir ülkede meydana gelseydi bırakınız toplumun içine çıkmayı yaşamayı bile hak görmezlerdi kendilerine. Ama maalesef daha birkaç yıl önce Erdoğan’ın şahsiyetsizliğinden dem vuran eski parti liderleri, yalancılığından dem vuran başka bir partinin genel başkan yardımcısı pişkin bir şekilde emrine girerek haddini aşan ifadelerle en büyük sevicisi haline gelebiliyorlar aynı karakterde iş tutabiliyor ve kendilerini muhafazakar olarak adlandırabiliyorlar. Bu şanlı devlet, bu gazi millet her türlü yalanı, hileyi, dolandırıcılığı, gaspı, rüşveti, talanı, iftirayı, yolsuzluğu, hırsızlığı ve dahi çocuk istismarına varan yüz kızartıcı ahlaksızlıkları bir faniye olan aşkı yüzünden görmezden gelir oldu. Hem milli, hem de dini değerlerini ve dolayısıyla da karakterini ayaklar altında paspas yapar oldu ülkemin insanları. Öyle bir atmosfer ki, zehirlenmiş tüm ülke. Ruhu alınmış, karakteri çalınmış kan emen yaratıklar yürüyor sanki caddelerde. Ne kadar büyük bir plan bu… Hangi bilinmedik enstrümanlar kullanılıyor ruhları ipotek altına almak için şaşılacak şey doğrusu…

Çok boyutlu hibrid savaşın Türkiye üzerinde oluşturduğu bu zehirli atmosfer elbet bir gün dağılacaktır. Dünya üzerinde hiçbir diktatör uzun süre hükümran olamamıştır. Bu zehirli atmosfer dağıldığında tüm dünyanın gözü önünde karanlık olaylar bir bir aydınlığa kavuşacaktır. Umulur ki bu durum birçok Müslüman ülke ve milletin de “Radikal siyasi İslam”ın yıkıcı etkisinden kurtulmasına sebep olur. İşte bu dönemde bu Müslüman milletlerin iki şeye ihtiyacı olacaktır. Birincisi gerçek Anadolu’da en temiz ve müsamahalı yorumunu bulan sufi kaynaklarından beslenen İslam dini, diğeri ise Batının önderliğini yaptığı evrensel kabul gören değerler olacaktır. Bu dönemde hibrid etkiler/etkenler kullanılarak çıkar sağlayan ve bu uğurda karanlık ve kirli oyunlarda rol alan birimler, birlikler, gruplar ve dahi milletler bir seviyeye kadar vicdanlarda, bir seviyede de hukuk karşısında hesap vereceklerdir. İşte tam da bu yüzden bu karanlık ve zehirli ortamda evrensel değerlere sımsıkı sarılan; ucuz menfaatler için medeniyetini, hukuk anlayışını, insan hak ve özgürlüklerini ayaklar altına almayanlar yarınlarda alnı ak olarak medeniyetini sürdürmeye devam edeceklerdir. Bugün kirli oyunların arkasına sığınıp şeytanlaşanlarınsa yarın dünya barışı adına söyleyecekleri hiçbir sözleri olmayacaktır. Şu an Türk halkı, gözlerinde Batının şeytanlaştırıldığı bir dönemden, bir propaganda sürecinden geçmektedir. Bu propaganda etkilerini, tüm akların ve tüm karaların ortaya çıktığı dönemde dahi tam olarak üzerlerinden atamayacaklardır. Batının bu dönemde kendi değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalması, yarın medeniyetinin daha parlak bir şekilde cazibe merkezi olmasını sağlayacaktır. Aksi taktirde ise gelecekte, gelişmekte olan ülkeler için Batı medeniyeti denilince demokrasi, adalet ve insan hakları yerine Orta Çağ Avrupa’sı akıllara gelecektir.

Notlar:

2Örneğin; 2’nci Ordu Komutanının; “beni gerekçe konusunda ikna edemezseniz Suriye’ye girmem” demesi gibi. Orgeneral Huduti’nin, gerçek bir Kemalist olduğunu sadece TSK mensupları değil AKP’li kalemşörler dahi biliyordu ancak buna rağmen darbe girişimi sonrasında “FETÖ’cü” yaftasıyla hapse atıldı.